T.C
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU
ESAS NO:2015/ 22-3296
KARAR NO:2019/380
KARAR TARİHİ:28.03.2019
ÖZET “Kesinleşen işe iade
kararı sonrası” açılan kıdem ve ihbar tazminatları ile yıllık izin
ücreti, fark işe başlatmama tazminatı ve fark boşta geçen süre ücretinin
tahsiline ilişkindir. Dava belirsiz alacak davası şeklinde
açılmıştır.
Davacının iş yerinden ayrıldığı 26.07.2010 tarihinden işe başlatılmayarak iş
sözleşmesinin feshedilmiş sayıldığı 09.08.2012 tarihleri arasında yaklaşık iki
buçuk yıllık bir süre geçmiş olup, belirtilen zaman zarfında işinden ve iş
yerinden ayrı kalan davacı işçinin, iş yerinde kendi pozisyonundaki işçilere ve
genel olarak iş yerinde çalışan işçilere ne kadar ücret artışı yapıldığını, ne
gibi sosyal haklar sağlandığını bilmesi mümkün değildir.
Şu hâlde dava konusu edilen alacakların hesabına esas ücret miktarı belirsiz
olup, ücretteki belirsizlik alacakların miktarını etkileyeceğinden dava konusu
edilen alacakların belirsiz olduğunu kabul etmek gerekir.
Hâl böyle olunca, mahkemenin direnme kararı yerindedir.
Dava ve Karar: Taraflar arasındaki “işçilik alacağı”
davasından dolayı yapılan yargılama sonunda Çorlu İş Mahkemesince davanın
kısmen kabulüne dair verilen 18.04.2013 tarihli ve 2012/595 E.- 2013/330 K.
sayılı kararın temyizen incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi
üzerine Yargıtay 22. Hukuk Dairesinin 23.10.2014 tarihli ve 2013/17948 E.-
2014/29042 K. sayılı kararı ile;
“… Davacı İsteminin Özeti:
Davacı vekili, davanın belirsiz alacak davası olduğunu belirterek,
davacının iş sözleşmesinin haksız şekilde işverence feshedildiğini buna ilişkin
işe iade talepli dosyanın Yargıtay’ca onanarak kesinleştiğini belirterek, kıdem
ve ihbar tazminatları ile yıllık izin ücreti, fark işe başlatmama tazminatı ve
fark boşta geçen süre ücretinin tahsilini talep etmiştir.
Davalı Cevabının Özeti: Davalı vekili, davanın reddini istemiştir.
Mahkeme Kararının Özeti: Mahkemece, toplanan deliller ve
bilirkişi raporuna dayanılarak, davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Temyiz: Kararı davalı vekili temyiz etmiştir.
Gerekçe: Taraflar arasında öncelikle çözümlenmesi gereken
uyuşmazlık, davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi için gerekli
şartları taşıyıp taşımadığı noktasında toplanmaktadır.
01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun
107. maddesiyle, mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda yer
almayan yeni bir dava türü olarak belirsiz alacak ve tespit davası kabul
edilmiştir.
6100 sayılı Kanun’un 107. maddesine göre,
“(1) Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve
kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun
imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da
değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir.
(2) Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya
değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacı,
iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş
olduğu talebini artırabilir.
(3) Ayrıca, kısmi eda davasının açılabildiği hâllerde, tespit davası da
açılabilir ve bu durumda hukuki yararın var olduğu kabul edilir.”
Hükümet tasarısında yer almayan bu madde, Türkiye Büyük Millet Meclisi Adalet
Komisyonu tarafından, esasen baştan miktar veya değeri tam tespit edilemeyen
bir alacakla ilgili hak arama durumunda olan kişinin, hukuk sisteminde
karşılaştığı güçlüklerin bertaraf edilerek hak arama özgürlüğü çerçevesinde
mümkün olduğunca en geniş şekilde korunmasının sağlanması gerekçesi üzerinde
durularak ihdas edilmiş ve nihayetinde kanunlaşmıştır.
Davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi için, davanın açıldığı
tarih itibariyle uyuşmazlığa konu alacağın miktar veya değerinin tam ve kesin
olarak davacı tarafça belirlenememesi gereklidir. Belirleyememe hali, davacının
gerekli dikkat ve özeni göstermesine rağmen miktar veya değerin belirlenmesinin
kendisinden gerçekten beklenilmemesi durumuna ya da objektif olarak
imkansızlığa dayanmalıdır.
Madde gerekçesinde “Alacaklının bu tür bir dava açması için, dava
açacağı miktar ya da değeri tam ve kesin olarak gerçekten belirlemesi mümkün
olmamalı ya da bu objektif olarak imkânsız olmalıdır. Açılacak davanın miktarı
biliniyor yahut tespit edilebiliyorsa, böyle bir dava açılamaz. Çünkü, her
davada arandığı gibi, burada da hukukî yarar aranacaktır, böyle bir durumda
hukukî yararın bulunduğundan söz edilemez. Özellikle, kısmî davaya ilişkin yeni
hükümler de dikkate alınıp birlikte değerlendirildiğinde, baştan tespiti mümkün
olan hâllerde bu yola başvurulması kabul edilemez.” şeklindeki
açıklamayla, alacağın belirli veya belirlenebilir nitelikte olması durumunda,
belirsiz alacak davası açılarak bu davanın sağladığı imkanlardan yararlanmanın
mümkün olmadığına işaret edilmiştir.
Alacağın hangi hallerde belirsiz, hangi hallerde belirli veya belirlenebilir
olduğu hususunda kesin bir sınıflandırma yapılması mümkün olmayıp, her bir
davaya konu alacak bakımından somut olayın özelliklerinin nazara alınarak
sonuca gidilmesi gereklidir.
6100 sayılı Kanun’un 107/2. maddesinde, sorunun çözümünde yol gösterici
mahiyette kriterlere yer verilmiştir. Anılan madde fıkrasında, karşı tarafın
verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin
olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacının, iddianın
genişletilmesi yasağına tâbi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu
talebini artırabileceği hüküm altına alınmış, madde gerekçesinde de “karşı
tarafın verdiği bilgiler ve sunduğu delillerle ya da delillerin incelenmesi ve
tahkikat işlemleri sonucu (örneği bilirkişi ya da keşif incelemesi
sonucu)” belirlenebilme hali açıklanmıştır.
Davacının alacağının miktar veya değerini belirleyebilmesi için elinde
bulunması gerekli bilgi ve belgelere sahip olmaması ve bu belgelere dava açma
hazırlığı döneminde ulaşmasının da (gerçekten) mümkün olmaması ve dolayısıyla
alacağın miktarının belirlenmesinin karşı tarafın elinde bulunan bilgi ve
belgelerin sunulmasıyla mümkün hale geleceği durumlarda alacak belirsiz kabul
edilmelidir.
Sırf taraflar arasında alacak miktarı bakımından uyuşmazlık bulunması, talep
sonucunun belirlenmesinin davacıdan beklenemeyecek olması anlamına gelmez.
Önemli olan objektif olarak talep sonucunun belirlenmesinin davacıdan
beklenemeyecek olmasıdır. Sadece alacak miktarının taraflar arasında uyuşmazlık
bulunması ya da tartışmalı olmasının belirsiz alacak davası açılması için
yeterli sayılması halinde, neredeyse tüm davaların belirsiz alacak davası
olarak kabulü gerekir ki, bu da kanunun amacına aykırıdır. Çünkü, zaten
uyuşmazlık bulunduğu için dava açılmakta ve uyuşmazlık mahkeme önüne
gelmektedir. Önemli olan davacının talebini belirli kılacak imkâna sahip olup
olmadığıdır. Burada, alacağın belirlenebilir olması ile ispat edilebilirliğinin
de ayrıca değerlendirilmesi gerektiği unutulmamalıdır. Davacının talep ettiği
alacağı belirlenmesi objektif olarak mümkün, ancak belirleyebildiği alacağını
ispat etmesi, kanunun öngördüğü şekilde ispatı (elindeki delillerle) mümkün
değilse, burada da belirsiz alacak davası açılacağından söz edilemez. Çünkü, bir
alacağın belirlenmesi ile onun ispatı ayrı şeylerdir. Davacı, talep konusu
yaptığı alacağını çok net şekilde belirleyebilir; ancak her zaman onu ispat
edecek durumda olmayabilir. Aksinin kabulü, her ispat güçlüğü olan alacağı
belirsiz alacağa dönüştürmek gibi, hem kanunun amacına hem de genel ilkelere
aykırı bir durumu ortaya çıkartabilir.
Alacağın miktarının belirlenebilmesinin, tahkikat aşamasında yapılacak
delillerin incelenmesi, bilirkişi incelemesi veya keşif gibi sair işlemlerin
yapılmasına bağlı olduğu durumlarda da belirsiz alacak davası açılabileceği
kabul edilmelidir. Ne var ki, bir davada bilirkişi incelemesine gidilmesi belirsiz alacak
davasının açılabilmesi için yeterli değildir. Bir davada bilirkişiye
başvurulmasına rağmen davacı dava açarken alacak miktarını belirleyebiliyorsa,
belirsiz alacak davası açılamaz.
Kategorik olarak, belirli bir tür davanın veya belirli kişilerin açtığı
davaların baştan belirli veya belirsiz alacak davası olduğundan da söz
edilemez. Belirsiz alacak davası, bu davaya ilişkin ölçütlerin somut olaya
uygulanarak belirlenmesi gerekir.
Hakime alacak miktarının tayin ve tespitinde takdir yetkisi tanındığı hallerde
hakimin kullanacağı takdir yetkisi sonucu alacak belirli hale gelebileceğinden,
davacının davanın açıldığı tarih itibariyle alacağın miktarını yahut değerini
tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin imkansız olduğu kabul
edilmelidir. Örneğin, iş hukuku uygulamasında Yargıtay’ca,
fazla çalışma, hafta tatili, ulusal bayram ve genel tatil ücreti alacaklarının
yazılı belgelere ve işyeri kayıtlarına dayanmayıp, şahit anlatımlarına
dayanması halinde, hesaba esas alınan süre ve alacağın miktarı nazara alınarak
takdir edilecek uygun oranda takdiri indirim yapılması gerekliliği kabul
edilmektedir. Bu halde, şahit anlatımlarına dayanılarak hesaplanan alacak
miktarından hakimin takdir yetkisine bağlı olarak yapılacak indirim oranı
baştan belirli olmadığından, alacak belirsiz kabul edilmelidir.
6100 sayılı Kanun ile birlikte, yukarıda belirtilen çerçevede belirsiz alacak
davası açma imkanı tanınarak belirsiz alacaklar bakımından hak arama özgürlüğü
genişletilmiş; bununla bağlantılı olarak da hukuki yarar bulunmadan kısmi dava
açma imkanı sınırlandırılmakla birlikte, tamamen kaldırılmamıştır.
Zaman zaman, 6100 sayılı Kanun ile birlikte kabul edilen belirsiz alacak davası
ile kısmi davaya ilişkin yeni düzenlemedeki sınırın tam olarak tespit
edilemediği, birinin diğeri yerine kullanıldığı görülmektedir. Oysa bu iki
davanın amacı ve niteliği ayrıdır. Alacak, belirli veya belirlenebilir ise,
belirsiz alacak davası açılamaz ancak şartları varsa kısmi dava açılması
mümkündür.
Kanunun kısmi dava açma imkanını sınırlamakla birlikte tamamen ortadan
kaldırmadığı da gözetildiğinde, belirli alacaklar için, belirsiz alacak davası
açılamasa da, şartları oluştuğunda ve hukuki yarar bulunduğunda kısmi dava
açılması mümkündür. Aksi halde, sadece ya belirsiz alacak davası açma veya
belirli tam alacak davası açma şeklinde iki imkandan söz edilebilir ki, o zaman
da kısmi davaya ilişkin 6100 sayılı Kanun’un 109. maddesindeki hükmün fiilen
uygulanması söz konusu olamayacaktır. Çünkü, belirsiz alacak davasında zaten
belirsiz alacak davasının sağladığı imkanlardan yararlanarak dava açılabilecek
şayet alacak belirli ise de, o zaman sadece tam eda davası açılabilecektir.
Oysa kanun koyucunun abesle iştigal etmeyeceği prensibi gereği, anılan maddeyle
kısmi davaya ilişkin düzenleme yapıldığı düşünülerek ve Kanundaki sınırlamalara
dikkat edilerek kısmi dava açılabilecektir.
Bu noktada şu da açıklığa kavuşturulmalıdır ki, şartları bulunmadığı halde
dava dilekçesinde davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı durumda
davacıya herhangi bir süre verilmeden hukuki yarar yokluğundan davanın reddi
yoluna gidilmelidir. Çünkü, alacağın belirlenebilmesi mümkün iken, böyle bir
davanın açılmasına Kanun izin vermemiştir. Böyle bir durumda, belirsiz alacak
davası açmakta hukuki yarar yokluğundan dava reddedilmeli, ek bir süre
verilmemelidir. Zira, burada talep açıktır, bu sebeple 6100 sayılı Kanun’un
119/1-ğ. maddesinin uygulanarak süre verilmesi mümkün değildir. Aslında
açılmaması gerektiği halde belirsiz alacak davası açılmış olduğundan, bu
konudaki eksiklik de süre verilerek tamamlanamayacağından, dava hukuki yarar
yokluğundan reddedilmelidir. Buradaki hukuki yarar, sonradan tamamlanacak
nitelikte bir hukuki yarar değildir. Çünkü, dava açıldığında o sırada mevcut
olmayan hukuki yarar, bunun da açıkça mahkemece bilindiği bir durumda,
tamamlanacak bir hukuki yarar değildir. Aksinin kabulü, aslında açık olan talep
sonucunun süre verilerek davacı tarafından değiştirilmesi ve bulunmayan hukuki
yararın sağlanması için davacıya ek imkan sağlanması anlamına gelecektir ki,
buna usûl bakımından imkan yoktur, böyle bir durum taraflar arasındaki eşitlik
ilkesine de aykırı olacaktır. Bunun yanında, şayet açılan davada asgari bir
miktar gösterilmişse ve bunun alacağın bir bölümü olduğu anlaşılmakla birlikte,
belirsiz alacak davası mı yoksa belirli alacak olmakla birlikte kısmi dava mı
olduğu anlaşılamıyorsa, bu durumda 6100 sayılı Kanunun 119/1-ğ. maddesinin
aradığı şekilde açıkça talep sonucu belirtilmemiş olacaktır. Talep, talep türü
ve davanın niteliği açıkça anlaşılamıyorsa, talep muğlaksa, aynı Kanunun 119/2.
maddesi gereğince, davacıya bir haftalık kesin süre verilerek talebinin
belirsiz alacak davası mı, yoksa kısmi dava mı olduğunun belirtilmesi
istenmelidir. Verilen bu süreden sonra, davacının talebini açıklamasına göre
bir yol izlenmelidir. Eğer talep, davacı tarafından belirsiz alacak davası
şeklinde açıklanmış olmakla birlikte, gerçekte belirsiz alacak davası
şartlarını taşımıyorsa, o zaman yukarıdaki şekilde hareket edilmeli, hukuki
yarar yokluğundan dava reddedilmelidir. Açıklamadan sonra talep belirsiz alacak
davası şartlarını taşıyorsa, bu davanın sonuçlarına göre, talep kısmi davanın
şartlarını taşıyorsa da kısmi davanın sonuçlarına göre dava yürütülerek karar
verilmelidir (Dairemizin 31.12.2012 tarih 2012/30463 esas 2012/30091 karar
sayılı kararı).
6100 sayılı Kanun’un 110. maddesinde düzenlenen, davacının aynı davalıya karşı
birbirinden bağımsız birden fazla asli talebini aynı dava dilekçesinde ileri
sürmesi olarak tanımlanan davaların yığılması (objektif dava birleşmesi)
halinde, talep sayısı sayısı kadar dava bulunduğu kabul edildiğinden ve aynı
Kanunun 297/2. maddesi uyarınca da her bir talep bakımından ayrı ayrı hüküm
verilmesi gerektiğinden, bu durumda da dava dilekçesinde ileri sürülen
taleplerin belirsiz alacak olup olmadığının her bir talep bakımından ayrı ayrı
değerlendirilmesi gerekecektir.
Tüm bu açıklamalar sonucunda şunu belirtmek gerekir ki, iş hukukundan kaynaklanan alacaklar bakımından baştan belirli veya belirsiz alacak davası şeklinde belirleme yapmak kural olarak doğru ve mümkün değildir. Bu sebeple iş hukukunda da belirsiz alacak davasının açılabilmesi, bu davanın açılması için gerekli şartların varlığına bağlıdır. Eğer bu şartlar varsa, iş hukukunda da belirsiz alacak davası açılabilir, yoksa açılamaz. Keza aynı şey kısmî dava için söz konusudur.
Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında eldeki davaya konu somut olayın özellikleri dikkate alınarak belirsiz alacak davası yönünden yapılan değerlendirmede;
Davanın belirsiz alacak davası olarak açıldığı şüphesizdir. Uyuşmazlık konusu kıdem ve ihbar tazminatı ile yıllık izin alacağı, fark işe başlatmama tazminatı ve fark boşta geçen süre alacağı bakımından, talep içeriğinden açıkça anlaşıldığı üzere, davacı çalışma süresini, en son ödenen ücreti, alması gerektiğini iddia ettiği aylık ücret miktarını, hizmet süresine göre kaç gün yıllık izne hak kazandığını ve kaç gün ücretli izin kullandığını belirleyebilmektedir. Tazminat hesaplamasına esas alınacak aylık ücrete ek para veya parayla ölçülebilen sosyal menfaatleri de belirleyebilecek durumdadır. Bu halde kıdem ve ihbar tazminatı ile yıllık izin alacağı, fark işe başlatmama tazminatı ve fark boşta geçen süre alacağı, belirsiz alacak değildir. Dava konusu edilen alacakların gerçekte belirlenebilir alacak olmaları ve belirsiz alacak davasına konu edilemeyecekleri anlaşılmakla, hukuki yarar yokluğundan davanın usulden reddi gerekirken yazılı şekilde esasa girilerek karar verilmesi hatalı olup, bozmayı gerektirmiştir…”
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda mahkemece önceki kararda direnilmiştir.
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki belgeler okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, işçilik alacaklarının tahsili istemine ilişkindir.
Davacı vekili, müvekkilinin davalı iş yerinde çalışmakta iken iş sözleşmesinin 26.07.2010 tarihinde feshedilmesi üzerine açtığı işe iade davasında işe iadesine karar verildiği ve bu kararın Yargıtay tarafından onandığını, müvekkili işçinin süresi içerisinde işe iade başvurusunda bulunulmasına rağmen davalı işveren tarafından bir aylık yasal süre içerisinde işe başlatılmadığını, çalışma süresinin dört aylık boşta geçen sürenin eklenmesiyle 1 yıl 2 ay 24 gün olduğu, işten çıkarıldığı 26.07.2010 tarihi itibariyle asgari geçim indirimi hariç son aylık ücretinin net 1.700,00TL civarında olduğunu, davalı iş yerinde yemek, servis sosyal yardımları bulunduğunu ancak çifte kayıt sistemi uygulanan iş yerinin resmi bordro ve sigorta kayıtlarında ücretin düşük gösterildiğini, iş sözleşmesinin geçersiz feshedildiği 26.07.2010 tarihinden işe başlatılmadığı 09.08.2012 tarihine kadar davalı iş yerinde uygulanan ücret artışları, ücret artışı yoksa yasal asgari ücret artışları, davalı iş yerinde çalışan emsal kişilerin aldığı ücretler dikkate alınarak müvekkilinin işe başlatılmadığı 09.08.2012 tarihi itibariyle alabileceği emsal ücret ve sosyal yardımlar tespit edilerek, talep edilen tazminat ve alacakların müvekkilinin işe başlatılmama tarihi olan 09.08.2012 tarihi itibariyle alabileceği gerçek ücret üzerinden hesaplanması gerektiğini ileri sürerek, kıdem ve ihbar tazminatları ile yıllık izin ücreti, fark işe başlatmama tazminatı ile fark boşta geçen süre ücreti alacaklarının davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir.
Davalı, davanın reddini istemiştir.
Mahkemece, davacının, kesinleşen işe iade kararının tebliği üzerine süresi içinde davalı işverene başvurduğu, başvurunun davalı işverene 09.07.2012 tarihinde tebliğ edildiği, davalı işverence davacının bir aylık süre içinde işe davet edildiğine veya başlatıldığına dair dosya içinde delil bulunmadığı, iş sözleşmesinin bir aylık sürenin sonunda 09.08.2012 tarihinde sona erdiği sonucuna varıldığı, davacının yasal süre içinde işe başlatılmadığı, işe iade kararının kesinleşmesine kadar geçen en çok dört aylık sürenin hizmet süresine dahil edilmesi gerekeceğinden kıdeminin 1 yıl 2 ay 24 gün olduğu, davacının kıdem tazminatına ve yıllık izin alacağına hak kazandığı, bilirkişi raporunun açık, denetime elverişli ve hükme esas almaya yeterli olduğundan rapordaki hesaplama sonuçlarının benimsendiği gerekçesiyle davanın kısmen kabulüne karar verilmiştir.
Hükmün davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine karar Özel Dairece, yukarıda başlık bölümünde açıklanan nedenlerle bozulmuştur.
Mahkemece, 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 107’nci maddesine değinildikten sonra, alacak miktarının belirlenmesinin yargılama sırasında başka bir olgunun tespit edilmesine bağlı olması durumunda alacağın belirsiz olduğunun kabul edilmesi gerektiği, işveren tarafın baskın konumu nedeniyle özellikle aylık ücretin belirlenmesi konusundaki mevcut zorluklar ve giydirilmiş ücretin tespitinin taraflar arasında ihtilaflı olması, ücretin daha fazla olmasına rağmen asgari ücret üzerinden bildirilmesi, ücrete ilişkin kayıtların sigortaya bildirilen kayıtlar ile uyuşmaması, ücrete dahil edilecek yemek, yol, yakacak, giyim vs. yardımlarının ve diğer ücret unsurlarının değişkenlik göstermesi, ücret araştırması yapılması gerekliliği, hesaplamanın bilirkişi incelemesi gerektirmesi gibi etkenler dikkate alındığında alacak miktarının belirlenmesinin birçok olguya bağlı olduğu görüldüğü, bu olgulardan biri veya birkaçında belirsizlik olması halinde davanın başında alacak miktarının belirli olduğundan bahsedilemeyeceği, ayrıca bütün bu hususları davacıdan yasadaki tabiriyle kesin ve tam olarak bilmesi ve alacak miktarını buna göre belirlemesinin beklenemeyeceği, davacının belirsiz alacak davası açmasını zorlaştırmanın, yasanın sağladığı avantajları da bertaraf edeceği, ayrıca işçilik alacaklarına ilişkin iş davalarında bilirkişilik müessesine de gerek kalmayacağı, zira değerin belirli olması halinde daha dava açılırken her bir alacak kaleminin miktarı da hesaplanarak bildirileceği, direnme kararı verme gerekçelerinden birinin de hukuk birliğinin sağlanması olduğu, zira belirsiz alacak davası konusunda Yargıtay 9. Hukuk Dairesi ile Yargıtay 22. Hukuk Dairesinin birbiri ile çelişkili kararlar verdiği, aynı nitelikli kararın bir Dairede onanırken diğer Dairede bozulduğu gerekçesiyle önceki kararda direnilmiştir.
Direnme kararı davalı vekili tarafından temyize getirilmiştir.
Direnme yolu ile Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; somut olayda dava konusu kıdem ve ihbar tazminatları ile yıllık izin alacağı, fark işe başlatmama tazminatı ile fark boşta geçen süre ücreti alacaklarının belirsiz alacak olup olmadığı, burada varılacak sonuca göre davacının belirsiz alacak davası olarak eldeki davayı açmakta hukuki yararının bulunup bulunmadığı noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümü için öncelikle belirsiz alacak davasının hukuki niteliğinden bahsetmekte yarar bulunmaktadır.
01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun (HMK) 107’nci maddesiyle, mülga 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nda (HUMK) yer almayan yeni bir dava türü olarak belirsiz alacak ve tespit davası kabul edilmiştir.
6100 sayılı Kanun’un 107’nci maddesinde yer alan;
“1-Davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklı, hukuki ilişkiyi ve asgari bir miktar ya da değeri belirtmek suretiyle belirsiz alacak davası açabilir.
2-Karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı veya değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olduğu anda davacı, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilir.
3-Ayrıca, kısmi eda davasının açılabildiği hâllerde, tespit davası da açılabilir ve bu durumda hukuki yararın var olduğu kabul edilir.” şeklindeki hüküm ile belirsiz alacak davası düzenlenmiştir.
Hükümet tasarısında yer almayan bu madde, Türkiye Büyük Millet Meclisi Adalet Komisyonu tarafından esasen baştan miktar veya değeri tam tespit edilemeyen bir alacakla ilgili hak arama durumunda olan kişinin, hukuk sisteminde karşılaştığı güçlüklerin bertaraf edilerek hak arama özgürlüğü çerçevesinde mümkün olduğunca en geniş şekilde korunmasının sağlanması gerekçesi ile ihdas edilmiş ve kanunlaşmıştır.
Davanın belirsiz alacak davası türünde açılabilmesi için, davanın açıldığı tarih itibariyle uyuşmazlığa konu alacağın miktar veya değerinin tam ve kesin olarak davacı tarafça belirlenememesi gereklidir. Belirleyememe hâli, davacının gerekli dikkat ve özeni göstermesine rağmen, miktar veya değerin belirlenmesinin kendisinden gerçekten beklenilmemesi durumuna ya da objektif olarak imkânsızlığa dayanmalıdır.
Madde gerekçesinde; “Bu davanın kabul edilmesinin artık salt hukuki korumanın ötesine geçilerek “etkin hukuki koruma”nın gündeme gelmiş olmasının da bunu gerektirdiği belirtildiği gibi, hak arama durumunda olan kişi, talepte bulunacağı hukuki ilişkiyi, muhatabını ve bu ilişkiden dolayı talep edeceği miktarı asgari olarak bilmesine ve tespit edebilmesine rağmen, alacağının tamamını tam olarak tespit edemeyebilecektir. Belirsiz alacak ve tespit davalarına ilişkin hükümlerin mukayeseli hukukta da yer aldığı dikkate alınarak, davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin kendisinden beklenemeyeceği veya bunun imkânsız olduğu hâllerde, alacaklının, hukuki ilişki ile asgari bir miktar ya da değer belirterek belirsiz alacak davası açabilmesi kabul edilmiştir. Alacaklının bu tür bir dava açması için, dava açacağı miktar ya da değeri tam ve kesin olarak gerçekten belirlemesi mümkün olmamalı ya da bu objektif olarak imkânsız olmalıdır. Belirsiz alacak veya tespit davası açıldıktan sonra, yargılamanın ilerleyen aşamalarında, karşı tarafın verdiği bilgiler ve sunduğu delillerle ya da delillerin incelenmesi ve tahkikat işlemleri sonucu (örneğin, bilirkişi ya da keşif incelemesi sonrası), baştan belirsiz olan alacak belirli hâle gelmişse, davacının, iddianın genişletilmesi yasağına tabi olmaksızın davanın başında belirtmiş olduğu talebini artırabilmesi benimsenmiştir. Miktarı belirsiz alacaklarda zamanaşımının dolmasına çok kısa sürenin var olduğu hâllerde yalnızca tespit yahut kısmi eda ile birlikte tespit davasının açılabileceği genel olarak kabul edilmektedir. Alacaklı, yalnızca eda davası veya yalnızca tespit davası yahut kısmi eda ile birlikte külli tespit davası açabilme seçeneklerine sahip olduğu, hak-arama özgürlüğünün (Any.m.36, İHAS.m.6) özünde var olan bu seçenekler, yasa veya içtihat yoluyla yasaklanamayacağı, esasen tam veya kısmi olmasına bakılmaksızın her eda davasının temelinde bir külli tespit unsuru bulunduğu, başka deyimle eda hükmünde tertip olunan her durumun arkasında sorumluluk saptanmasını içeren bir zorunlu ön tespit kabulü mevcuttur.” şeklindeki açıklamayla, alacağın belirsiz olup olmadığı ile ilgili olarak bazı kriterler kabul edilmiştir.
Bu kriterler, davanın açıldığı tarihte alacağın miktarını yahut değerini tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin;
1-Davacının kendisinden beklenememesi,
2-Bunun olanaksız olması,
3-Açıkça karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktarı ve değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olması olarak belirtilmektedir.
Belirsiz alacak davasının getirdiği en önemli etkin koruma, usul ekonomisi ve hak arama özgürlüğüne hizmet etmesi yanında, davacının yüksek yargılama giderlerine katlanma ve dava konusu hakkın zamanaşımına uğrama riskini azaltmasıdır.
İşçilik alacakları bakımından, dava konusu edilen alacağın belirli olup olmadığı ile ilgili olarak davanın açıldığı tarihte alacağın miktarının yahut değerinin tam ve kesin olarak belirleyebilmesinin davacıdan beklenememesi kriteri ile açıkça karşı tarafın verdiği bilgi veya tahkikat sonucu alacağın miktar ve değerinin tam ve kesin olarak belirlenebilmesinin mümkün olması kriterini birlikte değerlendirip sonuca gidilmesi gerekir.
Kural olarak kişinin alacağını belirleyebilmesi için aynı zamanda belgeye bağlama yetkisinin olması veya bu konuda belge düzenlenip kendisine verilmesi gerekir.
4857 sayılı İş Kanunu’nun 8’inci maddesinin üçüncü fıkrası ile işverene yazılı sözleşme yapılmayan hâllerde en geç iki ay içinde genel ve özel çalışma koşullarını, günlük ya da haftalık çalışma süresini, temel ücreti ve varsa ücret eklerini, ücret ödeme dönemini, süresi belirli ise sözleşmenin süresini, fesih hâlinde tarafların uymak zorunda oldukları hükümleri gösteren yazılı bir belgeyi işçiye verme yükümlülüğü getirilmiştir.
Kanunun 32/2’nci maddesi ile ücret, prim, ikramiye ve bu nitelikteki her çeşit istihkakın kural olarak Türk parası ile iş yerinde veya özel olarak açılan bir banka hesabına ödeneceği, çalıştırdığı işçilerin söz konusu alacaklarını özel olarak açılan banka hesapları vasıtasıyla ödeme zorunluluğuna tabi tutulan işverenler veya üçüncü kişilerin özel olarak açılan banka hesapları dışında bu alacakları ödeyemeyeceği belirtilmiştir.
4857 sayılı İş Kanunu’nun 37’nci maddesi ile işverene iş yerinde veya bankaya yaptığı ödemelerde işçiye ücret hesabını gösterir imzalı veya iş yerinin özel işaretini taşıyan bir pusula verme yükümlülüğü hükme bağlanmıştır. Söz konusu pusulada ödemenin günü ve ilişkin olduğu dönem ile fazla çalışma, hafta tatili, bayram ve genel tatil ücretleri gibi asıl ücrete yapılan her çeşit eklemeler tutarının ve vergi, sigorta primi, avans mahsubu, nafaka ve icra gibi her çeşit kesintilerin ayrı ayrı gösterilmesi zorunluluğu hüküm altına alınmıştır.
Kanunun 67’nci maddesinde, günlük çalışmanın başlama ve bitiş saatleri ile dinlenme saatlerinin iş yerlerinde işçilere duyurulacağı; 75’inci maddesinde ise işverene çalıştırdığı her işçi için işçinin kimlik bilgilerinin yanında, İş Kanunu’nun ve diğer kanunlar uyarınca düzenlemek zorunda olduğu her türlü belge ve kayıtları saklamak ve bunları istendiği zaman yetkili memur ve mercilere göstermek zorunda olduğu bir özlük dosyası düzenlemesi gerektiği yükümlülükleri getirilmiştir.
Söz konusu düzenlemelere bakıldığında işçi işveren arasındaki iş ilişkisinde belgeye bağlama görev ve yetkisinin işçide değil, işverende olduğu görülmektedir.
İş sözleşmesinde iş görme edimini yerine getiren ve belge düzenleme yetkisi ve yükümlülüğü bulunmayan işçinin, alacaklarını belirleyebilmesi için işveren tarafından düzenlenen kanuna uygun belgelere ihtiyacı vardır. Diğer yandan iş ilişkisindeki alacak kalemlerinin hesaplanmasında çıplak ücret ya da giydirilmiş ücrete göre hesaplanan farklı alacak türleri bulunmaktadır. Örneğin kıdem tazminatı, giydirilmiş ücretten hesaplanırken, diğer işçilik alacakları (fazla çalışma, hafta tatili, yıllık ücretli izin alacakları gibi) çıplak ücretten hesaplanmaktadır.
Giydirilmiş ücrete, işçinin asıl ücretine ek olarak sağlanan para veya para ile ölçülebilen menfaatler de dâhil edilmektedir. Özellikle ücrete dâhil edilecek menfaatlerin iş yerinde süreklilik arz edip arz etmediği de çoğunlukla taraflar arasında tartışma konusu edilmektedir. Bu nedenle eğitim düzeyi ve sosyal durumları birbirinden farklı olan işçilerin alacağını tam ve kesin olarak belirleyebilmelerini beklemek mümkün değildir. Bunun için yukarda bahsedilen iki kriter birlikte değerlendirilerek, dava konusu edilen işçilik alacağının belirli olup olmadığına karar verilmesi gerekmektedir.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 17.12.2012 tarihli ve 2012/9-838 E.- 2012/715 K. sayılı kararında belirtildiği üzere, işçilik alacaklarının özelliği dikkate alınarak alacakların belirli olduğunu söylemek mutlak olarak doğru olmadığı gibi aksinin kabulü de doğru değildir. Aynı şekilde bu nedenle talep konusu işçilik alacaklarının belirli olup olmadığının somut olayın özelliğine göre değerlendirilmesi ve sonuca gidilmesi daha doğru olacaktır.
Nitekim Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 17.06.2015 tarihli ve 2015/22-1156 E-2015/1598 K., 22.06.2016 tarihli ve 2016/22-874 E.-2016/824 K., 17.01.2018 tarihli ve 2016/22-2177 E.-2018/29 K., 17.01.2018 tarihli ve 2016/22-2181 E.-2018/24 K., 07.03.2018 tarihli ve 2014/22-2350 E.-2018/439 K., 14.03.2018 tarihli ve 2015/22-186 E.-2018/479 K., 28.03.2018 tarihli ve 2015/22-127 E.-2018/559 K. sayılı kararlarında da aynı ilkeler kabul edilmiştir.
Öte yandan işçilik alacaklarının belirsiz alacak davasına konu olup olamayacağı konusunda Yargıtay’ın iş davalarına bakan 7, 9 ve 22. Hukuk Daireleri ile Hukuk Genel Kurulu içtihatları arasında ortaya çıkan farklılığın giderilmesi için Yargıtay İçtihatları Birleştirme Büyük Genel Kurulunca yapılan değerlendirme sonucunda 15.12.2017 tarihli ve 2016/6 E.-2017/5 K. sayılı kararı ile “İşçilik alacaklarının çok çeşitli tür, nitelik ve kapsamda olması, somut olayın özelliklerine göre oldukça değişkenlik göstermesi, hatta aynı tür işçilik alacaklarında dahi somut olayın özellikleri itibariyle işçilik alacaklarının belirsiz alacak davasına konu olup olamayacağı konusunda soyut ve genel nitelikte, her bir olayda geçerli olacak ölçüde bir karar alınamayacağından, içtihadı birleştirmeye gerek olup olmadığı” ön sorun olarak tartışılmış ve sonuç olarak içtihadı birleştirmeye gerek olmadığı yönünde karar verilmiştir.
Bundan başka 4857 sayılı İş Kanunu’nun 21’inci maddesinin beşinci fıkrasına göre, işçi kesinleşen mahkeme kararının kendisine tebliğinden itibaren on iş günü içinde işe başlamak için işverene başvuruda bulunmak zorundadır. Aksi hâlde işverence yapılan fesih geçerli bir feshin sonuçlarını doğurur.
İşveren işe iade için başvuran işçiyi bir ay içinde işe başlatmadığı takdirde en az dört, en fazla sekiz aylık ücret tutarında belirlenen işe başlatmama tazminatı ile boşta geçen süreye ait en çok dört aya kadar ücret ve diğer hakları işçiye ödemek zorundadır.
İşçinin işe iade sonrasında başvurusu üzerine, işe başlatılmayacağının sözlü ya da eylemli olarak açıklandığı tarihte veya bir aylık başlatma süresinin sonunda iş sözleşmesi işverence feshedilmiş sayılır.
İşe başlatmama tazminatının da fesih tarihindeki ücrete göre hesaplanması gerekir. İşçinin işe başlatılmadığı tarih, işe başlatmama tazminatının muaccel olduğu andır.
4857 sayılı İş Kanunu’nun 21/3’üncü fıkrasında boşta geçen süre ücreti, “kararın kesinleşmesine kadar çalıştırılmadığı süre için işçiye en çok dört aya kadar doğmuş bulunan ücret ve diğer hakları ödeneceği” şeklinde düzenlenmiştir.
Boşta geçen sürenin en çok dört aylık kısmı içinde gerçekleşen diğer haklar kavramına, ikramiye, gıda yardımı, yol yardımı, yakacak yardımı ve servis hizmeti gibi para ile ölçülebilen haklar dâhil edilmelidir. Söz konusu hesaplamalarda işçinin fiili çalışmasına bağlı alacakların dikkate alınması doğru olmaz.
Boşta geçen süreye ait en çok dört aya kadar ücret ve diğer haklar için, feshi izleyen dönem ücretlerine göre hesaplama yapılmalıdır. Geçersiz sayılan fesih tarihinden sonra boşta geçen en çok dört aylık sürede işçinin çalışması devam ediyormuş gibi ücret ve diğer haklar belirlenmelidir. Boşta geçen en çok dört aya kadar süre içinde ücret zammı ya da yeni bir toplu iş sözleşmesi yürürlüğe girdiğinde, her iki dönem için ayrı ayrı hesaplamaya gidilmelidir.
Kararın kesinleşmesine kadar en çok dört aya kadar hesaplanacak ücret ve diğer alacaklar, işçinin işe iade için başvurduğu anda muaccel olur.
Geçersiz sayılan fesih sonrası davacının işe başlatılmaması hâlinde dört aylık süre ihbar ve kıdem tazminatları ile yıllık ücretli izin alacağını etkileyecektir. Zira dört aylık süre işçinin fiili çalışmasına ilave edilir. Kıdem ve ihbar tazminatları ile yıllık ücretli izin alacağının işe başlatmama tarihi yeni fesih tarihi olduğundan, bu tarihteki ücret üzerinden hesaplanması gerekir.
Bu açıklamalar ışığında somut olay değerlendirildiğinde; davacı işçinin davalı iş yerinde 02.09.2009 tarihinde işe başladığı ancak iş sözleşmesinin 26.07.2010 tarihinde feshedilmesi nedeniyle feshin geçersizliğinin tespiti istemiyle açılan dava sonucunda Mahkemece verilen davanın kabulüne ilişkin kararın Yargıtay 22. Hukuk Dairesinin 10.05.2012 tarihli kararı ile onanmasına karar verildiği, davacı asil 29.06.2012 tarihinde kararın tebliğ edildiğini belirterek 04.07.2012 tarihli noter ihtarı ile işe başlatılmasını talep ettiği, ihtarnamenin davalı işverene 09.07.2012 tarihinde tebliğ edildiği ancak bir aylık yasal süre geçmesine rağmen davacının işe başlatıldığına ya da başlatılmayacağına dair davalı işverenden sadır bir belgenin dosyaya sunulmadığı, eldeki davanın ise 10.09.2012 tarihinde açıldığı görülmüştür.
Davacı vekili dava dilekçesinde, müvekkili işçinin iş sözleşmesinin geçersiz feshedildiği 26.07.2010 tarihinden işe başlatılmadığı 09.08.2012 tarihine kadar davalı iş yerinde uygulanan ücret artışları, ücret artışı yoksa yasal asgari ücret artışları, davalı iş yerinde çalışan emsal kişilerin aldığı ücretler dikkate alınarak, işe başlatılmadığı 09.08.2012 tarihi itibariyle alabileceği emsal ücret ve sosyal yardımların tespit edilmesi ve talep edilen tazminat ve alacakların bu tarihe göre belirlenecek gerçek ücreti üzerinden hesaplanması gerektiğini ifade etmiştir.
Bu durumda davacının iş yerinden ayrıldığı 26.07.2010 tarihinden işe başlatılmayarak iş sözleşmesinin feshedilmiş sayıldığı 09.08.2012 tarihleri arasında yaklaşık iki buçuk yıllık bir süre geçmiş olup, belirtilen zaman zarfında işinden ve iş yerinden ayrı kalan davacı işçinin, iş yerinde kendi pozisyonundaki işçilere ve genel olarak iş yerinde çalışan işçilere ne kadar ücret artışı yapıldığını, ne gibi sosyal haklar sağlandığını bilmesi mümkün değildir.
Şu hâlde dava konusu edilen alacakların hesabına esas ücret miktarı belirsiz olup, ücretteki belirsizlik alacakların miktarını etkileyeceğinden dava konusu edilen alacakların belirsiz olduğunu kabul etmek gerekir.
Hâl böyle olunca, mahkemenin direnme kararı yerindedir.
Ne var ki, Özel Dairece bozma nedenine göre davalı vekilinin davanın esasına yönelik diğer temyiz itirazları incelenmediğinden, bu yönde inceleme yapılmak üzere dosyanın Özel Daireye gönderilmesi gerekir.
SONUÇ: Direnme uygun bulunduğundan davalı vekilinin işin esasına ilişkin diğer temyiz itirazlarının incelenmesi için dosyanın 22. HUKUK DAİRESİNE GÖNDERİLMESİNE, karar düzeltme yolu kapalı olmak üzere 28.03.2019 gününde oy birliği ile kesin olarak karar verildi.
Kaynak:Hukukihaber